Sanatçı Işıl Eğrikavuk ile 9-15 Eylül tarihleri arasında Ekincik’te gerçekleştirdiğimiz Uluslararası KültürEkoloji Buluşması’nda bir araya geldik. Buluşmanın açılış konuşmasını yapan Işıl, aynı zamanda bizlerle Güncel Sanat ve Ekoloji Pratikleri atölyesi düzenledi. Biz de bir araya gelme fırsatını kaçırmadık ve Işıl’a çalışmalarını, Öteki Bahçe’yi ve KültürEkoloji Kampını sorduk.
Mahmut Ölmez: Merhaba Işıl, hoş geldin. Kendinden biraz bahseder misin? Sen ne yapıyorsun?
Merhaba! Ben sanatçıyım ve akademisyenim. Performans sanatı okudum ve ondan önce de edebiyat okudum. Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri Edebiyatı mezunuyum. Daha sonra Koç Vakfı bursuyla gittiğim Chicago Sanat Enstitüsü’nde performans sanatı üzerine yüksek lisansımı yaptım. Doktoramı ise Bilgi Üniversitesi’nde tamamladım. Asıl çalıştığım alan, topluluk temelli sanatlar, komünite sanatları, yani sanatçılar sanatçı olan veya olmayan farklı topluluklarla, farklı kesimlerle nasıl iş birliği yaparlar, biraz bu sorunun cevapları üzerine odaklanıyorum. Dokuz yıl boyunca Bilgi Üniversitesi’nde ders verdim. Sabancı Üniversitesi, Yeditepe, Boğaziçi buralarda da dersler verdim. 2017 yılında da Berlin Sanat Üniversitesi İletişim Fakültesi’ndeki yeni işime başladım, öğretim görevlisiyim. Bir yandan da Bilgi Üniversitesi’nde başlamış olduğum doktoramın tezimi yazdım. Akademik çalışmalarımın yanında kendi sanat çalışmalarıma devam ediyorum, İstanbul Bienali, Sharjah Bienali gibi bienallere ve Chicago Çağdaş Fotoğraf Müzesi, Güney Kore, Japonya pek çok farklı ülkede sergilere katıldım.
Sanat ve ekoloji ile ilişkime gelirsek, doktora tezimde – özellikle bizim Gezi protestolarından çok iyi bildiğimiz yaratıcı eylem biçimlerini araştırdım. Bizim Duran Adam’dan, gökkuşağı merdivenlerinden çok iyi bildiğimiz ve Dünya’da değişen politik protestonun diline bakıyorum. Tez sürecimde Türkiye’den altı sanatçı kolektifiyle çalışmıştım. Onlardan bir tanesi de Permakültür Kolektifi idi ve ekoloji ile ilişkim de biraz burada başladı diyebilirim.
Çalışmalarından bahsedebilir miyiz? Topluluk temelli sanatlar üzerine odaklanmış durumdasın, değil mi?
– Çalışmalarımda topluluk temelli sanatlar, diğer adıyla komünite sanatları üzerine yoğunlaştım. Burada, ekolojide de gördüğümüz sürdürülebilirlik gibi sürdürülebilirlik, diyalog, kimin kime fayda sağladığı, geçişken hiyerarşiler gibi kavramlara bakıyoruz. Sanatçılar başka kitlelerle çalışırken nelere dikkat etmeli, neye özen göstermeli? Bu topluluklar arasında böyle bir demokrasi nasıl sağlanabilir? Çalışmalarımda bunlar ana sorulardı fakat sonra şöyle bir şey fark ettim. Topluluk temelli sanatlar dediğimizde hep insan odaklı düşünülüyor. Örneğin sanatçılar gidip bir grup mülteci ile çalışıyor -ki benim de böyle çalışmalarım var. Örneğin 2019’da Berlin’de yaptığım bir projede Almanya’ya mülteci olarak gelmiş gençlerle çalıştım. Ya da Türkiye içinde farklı bienallere gittiğimde, Mardin Bienali’ne, Antakya Bienali’ne davet edildiğimde oradaki gençlerle, öğrenciler ile çalıştım. Fakat bir süre sonra fark ettim ki gerek benim, gerekse kolektif çalışan tüm sanatçıların çalışmaları hep insan odaklı. Ama iklim kriziyle de beraber, daha doğrusu iklim adaletsizliği ile de beraber son on yıldır pek çok şeyde olduğu gibi sanatın gündemi de değişti. Pek çok sanatçının odağını iklime, ekolojiye yöneltti. Ve ben de bu topluluk temelli derken bu insan topluluklarının dışına çıkıp, sadece insan odaklı düşünmeyi bırakıp, “sanatçılar başka türlerle nasıl iş birliği yapar” sorusunun cevaplarını aramaya başladım. Biz yaşadığımız gezegende, evrende ya da ekosistemdeki diğer canlılarla nasıl iş birliği yaparız?
“Öteki Bahçe” de sanırım tam burada hayata geçiyor?
– Evet. Başka türler ile nasıl iş birliği yaparız sorusuna yönelirken işim dolayısıyla Berlin’e taşındım. Berlin Sanat Üniversitesi’ndeki çalıştığım binanın arka bahçesi çok boş, çok âtıl idi. Orayı canlandırmak, sosyal bir alana çevirmek istedim. Bir yandan da üniversitede kendimi tek yabancı fakülte öğretim görevlisi olarak ve o sırada Almanca bilmemem de kaynaklı, çok yalnız, ötekileştirilmiş hissediyordum. Bu sebeple kendimi ait hissedebileceğim komünite kurmak istedim. Bu komünitenin tüm canlıları kapsayan bir yer olabileceğini düşündüm ve bir hem bir ders hem de derslik olarak bir bahçe projesi yapmaya karar verdim. İlk başta tek öğrencim vardı fakat giderek çoğaldık. Üç yıldır da öğrencilerimle o arka bahçede kurduğumuz “Öteki Bahçe” adını verdiğimiz bir bahçemiz var. Size burada da anlattığım gibi bu bahçede ötekilik konusunu ele alıyoruz ve Almanya’ya göçmen olarak gelmiş yabani otları yetiştiriyoruz. Yani, ayrık otu. Türkçede buna yabani ot da diyoruz yabancı ot da. Bu otlar, yani daha doğrusu otlar özellikle çiftçilerin, geleneksel tarım yapan insanların çok istemediği varlıklar. Tıpkı göçmenler gibi. Aslında bizler de bir yerden bir yere göçmen olarak gittiğimizde ikinci sınıf, üçüncü sınıf vatandaş oluyoruz. Özellikle dili anlamadığınızda. Ben de bu tecrübeye maruz kaldım. Ve burada Almanya’ya göçmen olarak gelmiş otları yetiştiriyoruz. İnsanla insan olmayan tür arasında böyle bir bağ kurduk. Yani göçmenlik, göçmen olmak, bir yere kök salmak. Bunun üzerine insan nasıl kök salar, kendi kültürünü nasıl yaşatır, yeşertir, bitki nasıl kök salar, nerede yerleşir, nerede çoğalır, nerede yabani olur, nerede istenir istenmez…soruları ortaya çıktı. Bir yandan da otlar aslında biyoçeşitliliği sağlayan varlıklar, dolayısıyla çoğulcular.
Işıl Eğrikavuk ve öğrencileri, The Other Garden, Berlin Sanat Üniversitesi, 2024
Bir noktada toprağın besin değeri dengesini de sağlayan bu ot türleri, ayrık otları zirai ilaçlar ile yok ediliyor. Tam da bu noktada bu bahçede göçmenlik, yurtsuzluk, göçebelik, mültecilik mevzusunda bu otları tercih ediyor olmanın biraz da bu türün tehlike altında olmasıyla da alakalı olabilir mi?
– Aslında çıkış noktamız o değildi. Çıkış noktamız onların tehlike altında olmasından ziyade istenmiyor olmasıydı. Ama tabii böyle bir yorum da olabilir. Yabani otların çok faydası var. Birinci olarak arıları çekiyorlar ve arılar da sonuçta polenleri taşıyarak biyoçeşitliliği sağlıyor. O yüzden bir toprakta ne kadar çeşitli varlık yaşarsa o kadar değerli oluyor veya o kadar çoğulcu oluyor. O yüzden böyle bir önemi var.
Bir de dediğim gibi, bu insan merkezli düşünme anlayışından çıkıp bizleri başka canlılarla nasıl birlikte yaşarız sorusunu aramaya yöneltiyor. Öteki Bahçe bizim için bir araştırma alanı. Tabii ki iklim krizi çok önemli ve bununla ilgili bir sürü tartışmayı biz de yapıyoruz fakat bizim odağımız iklim krizine bir cevap aramaktan öte, “birlikte nasıl yaşarız”ı bulmak veya “birlikte nasıl farklı ilişkiler yaratabiliriz”i bulmak. Biz bakış açımızı, yabani otlara bakış açımızı ya da o toprakta yaşayan canlıya, taşa, kuşa, ağaca bakış açımızı değiştirirsek, onları da paydaş olarak görebilirsek zaten evrende ya da işgal ettiğimiz toprağın paydaşları olarak görürsek zaten tüm bakış açımız, anlayışımız ve ürettiğimiz sanat da ilişki biçimlerimiz de ona göre şekilleniyor.
Öteki Bahçe’nin ilişki biçimlerine nasıl bir etkisi oldu?
– Bizim sanatçı olarak ya da sanat üreticisi olarak yapmaya çalıştığımız ya da benim yapmaya çalıştığım şey farklı yaşam çeşitleri, farklı ilişki biçimleri bulmak. İnsanlara “yabani ot yetiştiriyoruz, bunlar da Almanya’ya göçmen olarak gelmiş otlar ve biz onlarla birlikte var olmayı öğreniyoruz” dediğim zaman bile insanların bakış açısında değişme oluyor. “Biz hiç yabani otu böyle düşünmemiştik” ya da “evet onlar da göçmen ve ne kadar güzel bir ortaklık yaratmışsınız” diyorlar. Bu tip ortaklıklar yaratarak aslında farklı türlerle, insan türüyle, farklı yaşam biçimi türleri arasındaki değişik ilişki biçimlerini ya da değişik ortaklıkları ortaya çıkarıyoruz. Bunu konuşmak bile aslında bir estetik biçimi. Çalıştığım konulardan biri de ilişkisel estetik, bütün ilişki biçimlerini bir estetik olarak düşünmek. Şimdi bunu insanlar arası değil, türler arası olarak yapıyorum, yapmaya çalışıyorum. Bu da sanat üretiminin bir parçası.
Sanayi Devrimi’nden bu yana insanlık, doğa üzerinde büyük bir tahakküm kurarak ilerlemesini sağladı, ancak bugün bu durumun hatalı olduğu kabul edilip çoğu göstermelik de olsa büyük devletler iklim kriziyle mücadele politikaları geliştirmeye çalışıyor. Bir yandan sanatçılar bu krize dair bir şeyler yapmaya, farkındalık yaratmaya çalışıyorlar. Sanatçıların bu politikaları devletlerin karar alma noktalarında ve halkın hareketlendirilme noktasında nasıl bir etkisi olabilir?
– Günümüzde hem yapılara hem de sistemlere bakacak olursak; sanatın kendi kurumları ve kendi mekanizmaları var. Bunlar da pek çok özel şirket ya da devlet tarafından fonlanıyor. Sanatın sergilendiği yerlerde yani sanat kurumlarının, müzelerin para, fon kaynağı iklim krizine sebep olan şirketler, değil mi? Yani bunların biraz daha transparan şekilde göz önüne gelmesi çoğu zaman sanatçının sorumluluğu oluyor. Mesela ‘Liberate Tate’ projesi örneğindeki gibi. Bundan on yıl önce bir grup sanatçı ve aktivist petrol şirketi BP’nin Londra’daki Tate Modern Müzesi’ne 26 yıl boyunca sponsor olmasını eleştirmek amaçlı “Liberate Tate” (Tate’i özgürleştir) adlı bir kampanya başlattı ve bir seri protesto gerçekleştirdi. Bunun ses getirmesi sonucu Tate BP ile ilişkisini sonlandırmak zorunda kaldı. Bunun gibi karşı duruşlar olabiliyor özellikle sanat mekanizmalarına karşı ya da onların işleyişine karşı.
Sanatçılardan dünyayı değiştirmelerini ya da anlayışı değiştirmelerine dair genel bir beklentimiz var. Sanatçılar olarak da çoğu zaman bunu yapmayı istiyoruz ama bazen de sanattan beklentimizin çok büyük olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de her zaman savunduğum şey aslında daha mikro odaklarda düşünmek. Benim bu bahçe projem gibi. Örneğin, iklim krizinin yarattığı anksiyete de çok büyük bir sorun. Özellikle gençlerle çalıştığım için bunu biliyorum ve önce birbirimiz ve kendimiz için minik çözümler üretecek şeyler bulmamız, yeni komüniteler yaratmamız gerekiyor. Farklı türlerin paydaşı olduğu komüniteler yaratmamız çok önemli. O yüzden de mesela bu buluşma da bence bu minik ölçekte bir şeyi başlattı ve bunu da İstanbul dışına çıkardığı için önemli.
KültürEkoloji yeni bir kolektif ve bu yıl Ekincik’te uluslararası bir buluşma gerçekleştirdi. Sen de bu buluşmada için geldin. Bu buluşmaya dair izlenimlerin neler?
– Bu buluşmanın İstanbul dışında olması bence çok heyecan verici. Çünkü belli başlı festivallerin, İstanbul Bienali’nin, açılışların, sergilerin olduğu, sanatçıların, küratörlerin, yazarların yaşadığı ana yer İstanbul. Tabii ki çeperdeki hareketleri ya da başka yerlerdeki organizasyonları görüyoruz; Antakya Bienali, Mardin Bienali, Çanakkale Bienali, Adıyaman Bienali gibi -güncel sanat özelinde söylüyorum, müzik veya tiyatro özelinde değil-. Bu buluşmanın hem sadece tek disiplin olmaması, farklı disiplinlerin bir araya gelmesi hem de kültür ve ekoloji teması altında yoğunlaşması bence çok güzel ve önemli bir başlangıç. Bunu çok değerli buluyorum ve o yüzden katılmak istedim. İlerleyen yıllardaki gelişimini de merak ediyorum açıkçası. Öte yandan farklı disiplinlerin bir araya gelmesi çok güzel ama bir yandan da konu çok geniş. Bir sonraki buluşmada alt başlıklarının, eğileceği konuların neler olacağını, özellikle de ekoloji ve sanatın kesişimi konusunun nasıl ele alınacağını merak ediyorum. Beklentiler çok büyük tabii ama ona oranla zamanla da şekilleneceğini düşünüyorum.
Çoğulcu, çok kollu olmak… Çok kollu olmanın bir noktada zenginliği getirmesi var ama bir diğer noktada karmaşayı da beraberinde getiriyor. Buradaki tuzağa düşmemek adına disiplinler arası iletişimin kurulması – bunun üzerine de çalışıyorsun – ve bu disiplinler arası iletişimin getireceği sağlıklı ortamın, KültürEkoloji’nin bu çalışmasına nasıl katkısı olabilir sence?
– İki ay önce Londra’da performans çalışmaları konferansındaydım ve oradaki ana konuşmalardan bir tanesi insan ötesi yani “more than human” kavramının performans çalışmaları üzerindeki yorumlanmasıydı. Bu “insan ötesi”ni düşünmek biraz bizim bütün disiplinlere nasıl bakmamız gerektiğini de düşünmeyi gerektiriyor çünkü ekoloji gibi sanatta da insan odaklı ve insana hitap eden bir düşünme veya üretim biçimimiz var. Hem disiplinler arası hem de insan ötesi düşünmeyi nasıl yapabiliriz gibi daha büyük bir misyon ortaya atacağım. Bu arada ekoloji derken sadece iklim krizinden bahsetmiyorum. Bunun içinde insan bedeni de var, teknoloji de var. Örneğin, teknoloji bizim kendi ekosistemimizi de değiştiren şey. Bu bile başlı başına bir başlık olabilir. Türler arası düşünmek de var, iklim krizi de var. Ekoloji dediğimizde çok fazla şeyi kapsıyor. Güncel sanat bunlarla, yani meselesi günümüzde olup biten sosyal ekonomik etkilerle ortaklaşa bir şeyler yapma olduğu için gerçekten birebir örtüşen işler yapıyor.
Tabii burada ekolojiyi nasıl ele aldığı da önemli galiba?
– Ekoloji ile ilgili tartışmalarda genelde iki yaklaşım görüyorum. Birincisi doğayı biz mahvettik ve her şey çok kötü halde. İkinci yaklaşım da doğayı aşırı derecede romantize eden, insandan aşırı derecede büyük gören ve sürekli hürmet eden bir yaklaşım. Doğa iyi, ağaç yüce, kutsal; ben küçüğüyüm. Bu yaklaşımlar da olabilir ama bu buluşmalarda bunun ötesinde yaklaşımlar yani farklı temaların da olabileceği her disipline uygulanabilen, güncel tartışmaların olduğu bir çerçeve gerekli. Hangi çerçeveden, hangi sorunsalı ele alarak ya da hangi perspektifle yaklaşıyoruz bu önemli.
KültürEkoloji’nin bu buluşmaları her yıl bir temayla yapılırsa disiplinler arasındaki ilişkileri daha sağlam kılabilir. Sanırım önerin bu?
– Evet, bunu önereceğim. Bence bir tema olması lazım. Biraz geniş bir tema da olabilir ama sanki bu çok büyük başlığı biraz daha kıracak ve bize de aslında her buluşmada odaklanmamız için kapı açacak bir şey olur diye düşünüyorum. Ona göre belki gelen sunumlar, workshop’lar onların içeriği de şekillenebilir böyle bir tema olursa. Sadece bir yetenek öğretmek, bir atölye yapmak, bir zanaat öğrenmek değil, onun yanında o zanaata nereden bakacağımızı da öğretmek ve o zanaatı nasıl ele alacağımızın da birazcık kapısını açmak gerekli.
Çok teşekkür ederim. Keyifli bir söyleşi oldu.
– Ben de teşekkür ederim.